SERGÜZEŞT-SAMİ PAŞAZADE SEZAİ |
Yanıt Yaz |
Yazar | |
Hawk
Kıdemli Üye Kayıt Tarihi: 07-03-2006 Konum: Turkiye Status: Aktif DeÄŸil Points: 1700 |
Mesaj Seçenekleri
Yanıt Yaz
Alıntı Hawk
Bu mesaj kurallara aykırıysa buradan yöneticileri bilgilendirebilirsiniz.
Gönderim Zamanı: 21-11-2006 Saat 05:43 |
KİTABIN ADI : SERGÜZEŞTYAZARI : SAMİ PAŞAZADE SEZAİ ÇEVİREN : ---- YAYIN EVİ : BAŞBAKANLIK KÜLTÜR MÜŞTEŞARLIĞI KÜLTÜR YAYINLARI BASIM TARİHİ :1972 İSTANBUL SAYFA SAYISI : 106 SAYFA DİL :TÜRKÇE ISBN NO : ---- KİTAP ÖZETİ : Rusya kumpanyasının Batum’dan gelen bir vapuru Tophane’nin önüne yanaştığı zaman denizin üzerinde sabırsızlıkla bekleyen birkaç kişi sandallardan vapurun içine atılmışlardı. Bunlardan birisi uzun boylu,geniş omuzlu,seyrek siyah bıyıklı,etekleri ayaklarına kadar uzun,beli gayet dar bir çerkez paltosu giymiş;başına kendi kavminin kalpağı,elinde bir gümüşlü kırbaç olan çerkese;safa geldiniz. Cariyeler nerede? İşte burada,kaç tane,üç,güzel mi? Şu mavi gözlere bak. Bir paşa buna hazine verir dedi. Halayıkların ikisi on altı,on yedi yaşlarında,Kafkasya’nın iki parlak güzellik mahsulü idi. Üçüncüsü tahminen dokuz yaşlarında bir küçük esir idi ki,saçları ile kaşlarının arası biraz yakınca,ağzı gayet küçük,yuvarlak omuzlarına nispetle beli incecik,hele o siyah gözlerinde zeka parıltısı sonsuz bir tatlılık gösterirdi. Sandallar sahile yaklaşarak bu kızları bir eve götürdüler. Eve girdikleri zaman esircinin karısı karşılayarak Bu ikisi güzel bu küçük kız hastalıklı bir şeye benziyor. Bunu buraya ölsün diye mi getirdin dedi. gözlerini açarak; Gel buraya şimdi kırbacı çıkarırım dediğini işitir işitmez,yavaş yavaş geri döndü. Öğleye rastlayan bir saatte,doğunun parlak güneşi,bu küçük,bu tenha sokağı aydınlatarak,kapısını çaldıkları evin üst kat pencereleri,saçağının gölgesi altında kalır ve alt kat pencerelerinin kafeslerinden süzülerek giren gün ışığı,evin iç tarafına doğru nüfuz ettikçe sönüyor gibi gözükürdü. O sırada öteki sokaktan çıkan kör bir dilenci elindeki değneği fasıla bir usulle kaldırımlara vurarak;Devri lalinde baş eğmem badei gülfama ben gazelini okuyarak geçiyordu. Evin kapısını açan bir halayık; Safa geldiniz Hacı Ömer Efendi buyurun dedikten ve hanımına gidip haber verdikten sonra bunları hanımın odasına götürdü. Bir baş örtüsüyle köşede bulunan hanım şişman,esmer,kaşlarına bir parmak enliliğinde rastıklar sürmüştü;kaba bir yaradılış,çirkin bir kıyafete girmişti. Odaya girip te esirci ;git hanımının eteğini öp dediği zaman,küçük esir gidip kadına sarılmak isteyince,hanım gayet sert bir tavırla geriye doğru itti. Kız mahzun mahzun geri çekilerek mindere oturdu. Hacı Ömer şiddetle;senin mindere oturmak haddin mi?sen esirsin kalk ayakta dur dedikten sonra hanıma doğru dönerek;Kusuruna bakmayın daha acemidir. Geleli birkaç gün oldu. Siz istediğiniz gibi terbiye edersiniz yolunda özür diledi. Sükunet uyuyor gözyaşlarıyla ıslanmış yastığının üzerinde,dağınık saçlarının içinde görünen küçücük çehresi ve bir parça açılmış dudaklarının arasından tebessüm ediyor zannedilecek surette seçilen beyaz dişleri,eğer hayatta ise,annesinin hayali,sükunet mezarına çekilmemişse ruhu tarafından,koruyucu bir meleğin gökten inerek çocukların ızdırabına teselli veren bir anne okşayışıyla dudaklarından öpmesini bekliyor gibi görünüyordu. Heyhat! Esaretin ezdiği,insanlığın terkettiği,ümidin arasıra okşadığı bu zayıf mahluk gecenin kucağında unutulmuş uyuyordu. Sabahleyin şafağın kendi yüzünün rengi kadar uçuk ışığı odanın penceresinden girmeye çalıştığı zaman Dilber elleriyle gözlerini ovuşturarak uyanmaya çalışıyordu. Edirne kapı civarında ,yetmiş seksen sene evvelki Osmanlı mimari tarzına göre yapılmış ve en mamur ülkeleri,en yüksek medeniyetleri bile yerle bir eden zamanın geçmesiyle bazı köşeleri yere doğru eğildiği görülecek surette çökmeye başlamış,azametli,gamlı,büyük bir evin,birkaç bin sene evvelki mimarinin azamet ve vahşetini andıran sağ tarafında,ev eşyasından olarak kıtığı çıkmış bir uzun minder,yüzleri çürümeye başlamış birkaç yastıkla döşenmiş bir büyük odasının açılan penceresinden,tarihi belli olmayan ve çoğu zaman yeniçeri tahriplerine ve zulümlerine isnat edilen yıkıcı,müthiş bir ateşin külü olarak duran bir yangın harabesi;gerilmiş iki büyük kanat gibi,güneş ışığının girmesine engel olan uzun saçaklarla,içinde tesirli bir rutubet hissedilen ve yine o rutubetin tesiriyle sivaları dökülmeye başlamış karanlık bir sofrasından geniş bir bostan;bostanın sonunda Ortaçağın vahşi yerlerinden olan dehşetli bir zindan görünüyor;ve bu tenha yer içinde tek başına duran evin büyük sebze bahçeleriyle çevrili ve bahçelerin içinde uzaktan uzağa eski Bizans harabelerine bakan kısımdaki odaların saçaklarına yakın dış kısımda baykuş gibi atmaca gibi bazı vahşi kuşlar yuva yapmışlardı ki,bu kasvetli evin bir kat daha hüzünü arttıran gurur ile beraber,yürek paralayan sesleri işitilirdi. gibi sessiz sedasız geçenlere şiddetle hücum edenlere O sende o senin evinde verirsen seni ihya ederim saklarsan seni öldürürüm demeği itiyat etmişti.Hatta bir gün kendi nefsi için bir ıstırap yükü olan hayattan şevk ve neşe payı aldığını yeni açmış bir çiçek gibi etrafa neşe saçan yüzünden ve arkadaşıyla durmadan gülüşerek konuşmasından anladığı bir genç adamın tenha sokağın birisinde üzerine saldırarak;sen neden bu kadar bahtiyarsı? Demek ki o mutlak sende şimdi ikimizden birinin mahvolması lazım geliyor! Deyince genç adam nefsini müdafaaya kalkışarak Celal beyi polise teslim etmek üzere iken kırk senelik bir tecrübe sahibi olan arkadaşı:Bırak şu zavallıyı sözüyle ayrılıp biraz ileride:Bu biçare genç en istidatlı ressamlardan iken sebepleri sözlerinden ziyade sesinden ifade tarzından anlaşılan bir muhabbet mahrumiyetiyle bu hale gelmiştir.sanırım,tarzından konuşarak arkadaşının da merhameti uyandırmıştı. Yine bu hafta içinde bir sabah,Marmara’nın safalı sathında yüzen yeşil bir sala benzeyen Fener’den dönüyordu.Sabahın feyizli tesiriyle şeffaf olan semaya karşı rahat ve serbestçe teneffüs ederek,kırları köylere mahsus bir sükunet içinde bulunan yolu takip ediyordu.bazen arka üstü çimenin üzerine yatıp gözlerini semaya dikerek;Rabbim ben ne yapayım? Diye soruyordu.O sükunet içinde baya yürüdükten sonra,Moda burnu tarafından geçerken bir evden ağlama sesleri işitti.Birdenbire durarak:Bu evde ağlıyorlar demek ki Dilber burada dedi.Gidip evin kapısını çaldı.Kapıyı açan ihtiyar bir kadına:Yukarıda ağlayan kim? Sualini sorunca kadın eve devamlı gelen misafirlerden olduğunu hükmederek:Ah sorma!efendi vefat etti cevabını verdiği sırada cenaze için gelenlere:Bırakın şu biçareyi! Asıl ölen benim.Beni defnedin diyordu.Bu felaket günleri içinde bu kadar dalgın bir halde bulunduğu yoktu.Evin içinde üç günden beri hiçbir kimseye,tek bir kelime söylememişti.Üçüncü gece isi,bir dakika gözlerini kapamadan sabaha kadar.Dilber’i ilk gördüğü balkonda geziyor ve ara sıra ufuklara doğru göz attığına bakılırsa,birisini beklediği anlaşılıyordu.Denizi coşturarak gelen rüzgar,kayıtsızlıktan uzamış saçlarını dağıtarak,yüzüne vurdukça sinirlerini bir kat daha tahrik ediyor ve bazen durarak sahilleri çarpıp kırılan dalgaların sesini dinliyordu. Ruhu yükseldikçe,vücudu sukut ediyordu. Şimşek gibi ani olarak geçen bir zaman içinde,Nil’in o soğuk,öldürücü girdapları,doğu seması gibi saf,sevgi gibi masum olan Dilber’i birkaç kere derinliğine doğru çektikten sonra artık yüzüne çıkarmıştı. Nehrin üzerine arka üstü çıkarak,gecenin sükuneti içinde akıntılara kapılmış giden Dilber’in uzun saçları,suların üzerinde dalgalanmakta ve ayışığı o renksiz çehrenin her arzu,ümit ve emeli terk etmiş manalı hatlarını aydınlatmaktaydı. Üzerinde hüzün saçan ayın donuk ışığından başka bir renk olmayan o çehrede,bütün elem ve ıstırapların sükunet bulduğu,bütün sevda ve elemlerin söndüğü görülüyordu. Acaba Nil’in bu müthiş bu öldürücü girdap ve selleri,bu zavallı Dilber’i bu talihsiz esiri nereye götürüyordu? Hürriyetine! Düzenleyen Past Eternity - 21-11-2006 Saat 05:46 |
|
Yanıt Yaz | |
Tweet |
Forum Atla | Forum İzinleri Kapalı Foruma Yeni Konu Gönderme Kapalı Forumdaki Konulara Cevap Yazma Kapalı Forumda Cevapları Silme Kapalı Forumdaki Cevapları Düzenleme Kapalı Forumda Anket Açma Kapalı Forumda Anketlerde Oy Kullanma |